Özel Mülkiyet Rejimi: Eşitsizlikler Dünyası

Özel Mülkiyet Rejimi: Eşitsizlikler Dünyası

Kapitalist tekeller arası rekabet ve dünya pazarlarının paylaşılması mücadelesi yeni bir sürece evrilmiş durumdadır. Bunun en açık ifadesi ise, sıklıkla tekrarladığımız gibi yeni bir paylaşım savaşının adım seslerinin yükselmesidir.

24 Temmuz 2025

Özel mülkiyet üzerinden kendini var eden kapitalist sistem, gelinen aşamada tam da bu somut gerçekliğin ürünü bir tablo ortaya çıkarmış durumdadır.

Milyarlarca insan açlık ve yoksulluk içinde yaşamaya mecbur bırakılırken, bir avuç asalağın ise daha da zenginleştiğine tanık olmaktayız. Dünya çapında yine burjuvazinin kendi kurumları tarafından yapılan araştırmaların sonuçları bu somut gerçekliği ortaya koyarken servet eşitsizliğinin ve sınıfsal farklılıkların artarak sürdüğüne de işaret etmektedir.

En üstte yer alan % 1’lik kesim 1990’lardan itibaren dünyadaki zenginliklerin % 38’ini gasp ederken alttaki % 50’nin ise tüm zenginliklerin % 2’siyle yetinmek zorunda bırakıldığı ifade edilmektedir.

Burjuvazi tarafından, 1995’ten bu yana dünyadaki en zengin bireylerin serveti yılda % 6 ila % 9 oranında büyürken, ortalama servetin yılda yalnızca % 3.2 oranında büyümesinin var olan bu eşitsizliğin nedeni olduğu ifade edilse de, asıl neden kapitalist sistemin özel mülkiyete dayanan rejimi ve sınıflı toplum gerçeğidir.

Bir avuç insan, dünyanın zenginliklerine el koyarken, milyarlarca insan açlık ve yoksullukla boğuşmakta ve sadece hayatta kalmak için çaba harcamaktadır.

“Küresel multimilyonerler” olarak ifade edilen bir avuç tekelci burjuvanın son birkaç on yılda dünya çapında servet artışını daha da zenginleşmelerinin aracı olarak kullanabilmeleri “yeteneği” özel mülkiyet rejimine dayanan kapitalist sistemin işleyişine uygundur. Kapitalist sistemin bu işleyişi nedeniyledir ki, yoksullar daha da yoksul kalmaya ve hatta açlık içinde yaşamaya mecbur bırakılmışlarken, sayıları onlarla ifade edilen bir avuç burjuvanın ise dünya çapında zenginliklerinin daha da arttığı ifade edilmektedir.

1995’ten bu yana en zengin % 0.01’in sahip olduğu küresel servetin payının % 7’den % 11’e yükseldiği ifade edilmektedir. Nitekim buna paralel olarak bir avuç milyarderlerin sahip olduğu servetin payı da % 1’den % 3’e bu dönemde yükselmiştir.

Dahası bu artışın Covid-19 pandemisi sırasında daha da şiddetlenmesi, kapitalist sistemin insan yaşamına değil de özel mülkiyeti önceleyen sınıfsal çıkarlarına uygun olduğunu göstermektedir.

Tam da özel mülkiyet rejimi üzerinden yükselen bu sınıfsal çıkar nedeniyle pandeminin yaşandığı 2020 yılında dünya çapında milyarderlerin servet payında kaydedilmiş en yüksek artışın yaşanması bu açıdan anlamlıdır. Burjuva dünyanın özel mülkiyet rejimine dayalı eşitsizlikler üzerinden yükselen bir sistem olduğu gerçeği 2017 yılı verilerine göre en zengin sekiz kişinin servetinin dünya nüfusunun yarısının mal varlığından daha fazla olmasından da anlaşılabilir.

Üstelik bu durum artarak devam etmektedir. İki yıl sonra dünyanın en zengin 26 milyarderinin, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3.8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahip olduğu ifade edilmektedir.

Gelinen aşamada dünya üzerinde serveti 1 milyon dolardan fazla olan toplam 62.2 milyon kişi bulunmaktadır. Bunlar arasında serveti 100 milyar dolar üzerinde olan kişi sayısı ise sadece 9’dur.

Bunların dışında kalan milyarlarca insan ise günlük 1-2 dolarla yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmıştır. Sonuç olarak, burjuvazinin yaratmış olduğu dünya, eşitsizlikler dünyasıdır. Bu dünyada milyarlarca insan sadece yaşamak için var olmaktadırlar. Bunun yanında insanlar kapitalist sistemin ürünü olan savaşlar nedeniyle zorla yerlerinden edilmekte ya da daha iyi yaşam uğruna göçmen işçi olarak başka ülkelerde çalışmaktadır.

Sermayenin merkezileşmesi, emperyalizm ve sermaye ihracı

Bu tablo, kapitalist sistemin sınıflı toplum gerçeğine uygundur. Kapitalizmin sermayenin merkezileşmesi eğiliminin somut ürünüdür. Çünkü “Özel mülkiyetin merkezileşme yasası, bütün öteki yasalar kadar özel mülkiyetin doğasındadır.” Dünya, yoksullar ve milyonerler olarak bölünmüş durumdadır.

Sermayenin ve buna bağlı olarak üretimin tekelleşmesi beraberinde kapitalizmin serbest rekabetçi kapitalizmden bir başka aşamaya evrilmesine neden olmuştur. Kapitalizmin bu aşamasını, V.İ.Lenin 1916 ilk yazında Zürih’te kaleme aldığı “Kapitalizmin Yeni ve En Yüksek Aşaması Emperyalizm adlı eserinde çözümlemiştir.

Bu çalışmasında Lenin, K.Marks ve F.Engels’in 1870’li yıllarda işaret ettikleri sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme olgusunun 20. yüzyıl başlarında ulaştığı düzeyi incelemiş, kapitalist tekellerin ortaya çıkması ve mali sermaye oluşumuyla uluslararası alanda meydana gelen gelişmelerin genel bir tablosunu vermişti.

Lenin, emperyalizmi, gelişen kapitalizmin 20. yüzyılda ulaşılan en yüksek aşaması olarak niteliyor; üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle tekellerin ortaya çıkmasını; sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçerek “kaynaşması”nı, sermaye ihracının uluslararası ilişkilerde giderek artan şekilde işlevli hale gelmesini ve dünyanın büyük kapitalist güçler arasında yeniden ve yeniden paylaşılmasını başlıca özellikler olarak belirtiyordu.

Aradan bir asır geçtikten sonra Lenin’in kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tanımladığı emperyalizmin genel özelliklerini koruduğuna tanık olmaktayız. Yüz yılda dünya pek çok değişim yaşanmakla birlikte kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını karakterize eden temel özellikleri geçerliliğini sürdürmeye devam etti.

İki büyük emperyalist paylaşım savaşı da dahil olmak üzere uluslararası birçok gelişme ve değişim, Lenin’in ana hatlarını ortaya koyduğu emperyalizmin başlıca özelliklerinin neden olduğu ve süreçlerini belirlediği koşullarda gerçekleşti. Yüzyıllık bu sürecin ana hatları şu şekilde özetlenebilir: Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması kapitalist tekeli yarattı ve tekeller, rekabeti daha yıkıcı hale getirdiler.

Sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin “gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması” sonucu ortaya çıkan tekellerin uluslararası etkinlikleri muazzam oranda arttı. Pazarların ve bu anlamda dünyanın paylaşılması mücadelesi çeşitli biçim ve içeriklerde, kâh silahla kâh ekonomik-siyasal-hukuki yaptırımlarla sürdürüldü.

Bu gelişmelere paralel makinenin yetkinleştirilmesi, yüksek teknoloji kullanımı; ulaşım ve iletişim olanaklarının uluslararası alanda daha ileri düzeyde genişlemesi, kartellerin ve tekel birliklerinin ekonomi üzerindeki hakimiyetinin daha da artmasıyla sonuçlandı. Tekel oluşumu, dünya çapında kapitalist eşitsiz gelişmeyi sıçramalı hale getirdi.

Bir tekelin, ona bağlı şirketler aracılığıyla ve nispeten küçük miktarda bir sermaye payıyla üretimin büyükçe ve genişçe kesimine hakim olması olanaklı hale geldi.

Büyük işletmeler, küçük işletmelerin “sermayelerine katılarak”, onların hisse senetlerini satın alarak veya kredi gibi çeşitli yöntemlerle kendi hakimiyetleri altına almasıyla sonuçlandı.

Bu yöntemler, emperyalist sermayenin içinde bulunduğu duruma göre dönemsel olarak uygulandı. Keynesyen ekonomi politikalarından neoliberal politikalara kadar bir dizi politika emperyalist sermayenin ve tekellerin kâr oranlarını korumak için hayata geçirildi.

Öte yandan sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının muazzam ölçüde artmasını ve tekelleri sadece bir ülkedeki “ulusal kapitalist şirketler”i değil uluslararası alanda merkezileşen banka ve sanayi şirketlerini ve hatta bütün toplumun ekonomik yaşamını etki altına almasıyla birlikte değerlendirmek gerekir.

Bir avuç tekelci, sadece kendi “ulusal” toplumunun değil uluslararası düzeyde sanayi ve ticari işlem ve ilişkilerini denetleyecek, banka işlemleri aracılığıyla diğer kapitalistlerin sermaye hareketlerini kontrol edip yönetecek konuma geldi. Adına “küreselleşme” denilen süreçle emperyalist sermayenin dünya üzerinde nüfuz etmediği alan, denetim altına almadığı pazar kalmadı.

Bu süreci, emperyalizmin karakteristik özelliklerinden biri olan sermaye ihracıyla birlikte düşünmek gerekir.

Kapitalizmin tekelleşerek emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte emperyalist devletlerin ve tekellerin uluslararası faaliyetlerinde sömürgelere ve yarı-sömürgelere, meta ihraçlarının yanında esas olarak sermaye ihraçları ön plana çıkmıştır.

Elbette bunda belirleyici olan sermayenin kâr güdüsüdür. Tekelleşme; sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve çok az elde birikmesi, kaçınılmaz olarak diğer ülkelere sermaye ihracını öne çıkarmış ve o ülkeleri borçlandırma yoluyla kendilerine bağlamalarını ve oralardaki sermaye birikimlerinin “Yasal” yollarla kendilerine dönmesini olanaklı hale getirmiştir.

Dünya çapında sermaye ihracı yıllar içinde dalgalı bir seyir izlemekle birlikte genel olarak bir yükseliş içindedir. Bu durum, emperyalist tekellerin sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla doğrudan ilişkilidir. Emperyalistler, sermayelerini başka pazarlara -ülkelere aktarmak zorundadır. Bu objektif durum bir “niyet” sorunu değil, kapitalist ekonominin karakteri gereğidir.

Emperyalist sermayenin dış pazarlara sermaye aktarımı 2021 yılında 1.58 trilyon dolar olarak ifade edilmektedir.

Kapitalist ülkelerin birbirlerine yönelik sermaye ihracı, pandeminin etkisiyle % 134 artarak 746 milyar dolarlık bir seviye ulaşmıştır. Öte yandan 2021 yılında emperyalist tekellerin yarı-sömürge ülkelere yönelik sermaye ihracının % 30 artarak 837 milyar dolar olduğu da görülmektedir.

Sermaye ihracındaki bu artış eğiliminin artarak sürmesinin en önemli nedenlerinden birisi, emperyalist kapitalizmin uluslararası iş bölümünü yeniden düzenlemesi ve bu amaçla yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde, “neo-liberal” politikalar doğrultusunda “özelleştirme”lerin hayata geçirilmesidir.

Yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde Kamu İktisadi Teşebbüsleri adı verilen işletmelerin emperyalist tekellere satılması süreci, emperyalist sermayenin bu ülkelere ilgisini artırmıştır.

Emperyalist sermayenin yarı-sömürge ve bağımlı ülkelere yönelik sermaye ihracının, toplam sermaye ihracı içindeki payı % 50’nin üzerindedir. Bu sermaye ihracının bölgelere göre dağılımında ise Afrika kıtasına 83 milyar dolar, Asya’ya 619 milyar dolar, Latin Amerika ve Karayip ülkelerine yönelik 134 milyar dolarlık emperyalist sermaye girişinin olduğu belirtilmektedir.

Emperyalist sermayenin ülkelere göre dağılımı incelendiğinde ise ABD’de 10.8, Çin’de Hong Kong’la birlikte 3.8, Hollanda’da 2.9, İngiltere’de 2.2 trilyon dolarlık emperyalist sermaye yatırımı olduğu ifade edilmektedir.

Buna karşı yurtdışına ABD’nin 8.1, Çin’in 4.3, Hollanda’nın 3.8, İngiltere’nin 2.1 trilyon dolarlık emperyalist sermaye yatırımı olduğu belirtilmektedir.

Sonuç olarak;

Kapitalizmin emperyalist aşamaya evrilmesiyle birlikte meta ihracının yanında sermaye ihracının da tüm hızıyla sürdüğü; sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan tekellerin rekabetinin, sermaye ihracı yoluyla hem kapitalist emperyalist merkezlerde hem de yarı-sömürge, yarı-feodal ve yarı-sömürge ülkelerde tüm hızıyla sürdüğü bir kapitalist dünya gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Bu gerçekliğin tam olarak anlaşılabilmesi için her birinin yıllık kârları, pek çok ulus devletin bütçesinden bile fazla olan ve dahası dünya çapında sadece ekonomik değil, toplumların yaşamlarını siyasal, sosyal ve kültürel olarak etkilemede rolleri olan bu emperyalist tekellerin 21. yüzyılın başlarında hangileri olduğu, gelinen aşamada burjuvazinin “kendi suretinde” yarattığı dünyanın anlaşılması açısından önemlidir

İlk on şirket arasında ABD menşeili 7 şirket vardır. Çin’in 2, Suudi Arabistan’ın 1 şirketi bulunmaktadır. S.Arabistan’ın petrole ve gaza dayalı şirketinin yanında esas olarak teknoloji ve perakende satış şirketlerinin ağırlığı bulunmaktadır. ABD’nin 4 (Apple, Microsoft, Alpha bet, Facebook), Çin’in 1 (Tencent) teknoloji tekeli vardır. ABD’nin 2 (Amazon ve Tesla), Çin’in 1 (Alibaba) perakende satış tekeli vardır.

Listede ABD menşeli 1 finans (Berkshire Hathway) tekeli bulunmaktadır. Bu tekellerin merkezlerinin ağırlıklı olarak hangi ülkelere ait oldukları, emperyalist tekellerin rekabetinin ve bu rekabete göre şekillenen dünya politikasının anlaşılması açısından önemlidir.

21. yy’ın başlarında burjuvazi tarafından “piyasa değerleri”ne göre sınıflandırılmış olan ilk 100 tekelin ülkelere göre dağılımına dair ilk yüz şirket arasında ABD, 59 şirketle açık ara öndedir. Çin ise 14 şirketle ikinci sıradadır. Ancak daha da önemli olan “piyasa değeri”ne göre dünyanın en büyük 100 şirketinin 31.7 trilyon dolarlık bir paya sahip olmasına rağmen, tekel olmalarının doğrudan bir sonucu olarak aralarında son derece eşitsiz bir durumun söz konusu olmasıdır.

Örneğin dünyanın en büyük tekeli olan (Apple-2 trilyon dolar) ile en büyük 100. şirketi (Anheuser-Busch-128 milyar dolar) arasındaki fark 16 kattır. (1.9 trilyon dolardır.) Bu durum bize, tekeller arasındaki rekabetin, beraberinde son derece eşitsiz bir tablo ortaya çıkardığına ve “piyasa değeri”ne göre yapılan değerlendirmede aralarındaki makasın büyüklüğüne işaret etmektedir.

Piyasa değerlerinden hareketle tekellerin büyüklüğü ve hangi devlet menşeili olduğunu ortaya koyan tabloların gösterdiği bir başka gerçek, ABD tekellerinin ağırlığına karşılık -ABD ile karşılaştırıldığında- Japonya, Fransa ve İngiltere gibi bir zamanların önde gelen diğer emperyalistlerinin, dünyanın en büyük 100 şirketindeki paylarının yıllar içinde azalmasıdır.

ABD’nin 100 şirket arasında 59 şirket ve 20.5 trilyon dolarla açık ara önde olması karşısında tüm Avrupa devletlerinin 18 şirketle listede ikinci sırada olmalarına rağmen şirketlerin toplam piyasa değerinin sadece 3.46 trilyon dolar, bir başka deyişle yüzde 11’ini oluşturdukları görülmektedir. Tabloların bize gösterdiği somut durum emperyalist tekeller arasında ABD ile Çin’in birbirleriyle rekabet içinde olduğudur.

Her ne kadar ABD emperyalizmi, tekel sayısı ve “piyasa değeri” açısından açık ara önde bir emperyalist güç olarak dünya pazar payını domine ediyor olsa da geriden gelen “genç” emperyalist bir güç olarak Çin emperyalizmi vardır.

İlk 100 içerisine 14 şirketi bulunan Çin, şirketlerinin toplam 4.19 trilyon dolar değeriyle toplam piyasa değerinin yüzde 13’ünü oluşturmakta ve tek başına Avrupa tekellerini geride bırakmaktadır.

Bu somut durumun ifade ettiği gerçek her şeyden önce 20. yüzyılın başlarında Ekim Devrimi’yle “proleter devrimler ve emperyalizm çağı”nı açan, modern revizyonizmin ihanetiyle sosyal emperyalist bir güce dönüşen ve yüzyılın sonunda tarih sahnesinden çekilen Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ABD önderliğinde ilan edilen “tek kutuplu dünya”nın artık geçerli olmadığı görülmektedir.

“Piyasa değeri” üzerinden yapılan sınıflandırmada ilk yüz içinde ifade edilen tekellerin bize gösterdiği tablodan gelinen aşamada, “kapitalizmin nihai zaferi” ve gerçekte ABD emperyalizminin dünya pazarlarının tek hakimi olarak ilan edilen sürecin başka bir aşamaya evrildiği anlaşılmaktadır.

Kapitalist tekeller arası rekabet ve dünya pazarlarının paylaşılması mücadelesi yeni bir sürece evrilmiş durumdadır. Bunun en açık ifadesi ise, sıklıkla tekrarladığımız gibi yeni bir paylaşım savaşının adım seslerinin yükselmesidir.