
“Papa Öldü, Yaşasın Yeni Papa!”
Papa Francis’in Müslümanların/göçmenlerin ayağını yıkaması ya da Gazze’de katledilen Filistinliler için birkaç güzel söz sarfetmiş olması günahlarını temizleyemez.
3 Haziran 2025
Vatikan’ın ve Roma Katolik Kilisesi’nin başı olan Papa, hayatını kaybetti. Bütün dünyada ana gündemler arasında yer alan bu vefat haberi, cenaze törenine katılan onlarca devlet başkanı dolayımıyla da gündemdeki yerini korumuştur.
Katolik Hristiyanların lideri olmasına rağmen Ortodoks ve Protestan Hristiyan liderlerden ya da Müslüman, Budist, Hindu gibi farklı inanç sistemlerine mensup olan devlet başkanları veya devlet temsilcilerinin bu cenazeye ve Papalık seçimlerine yoğun ilgi göstermesi, din ile devlet işlerinin sanıldığı ya da iddia edildiği kadar ayrışmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Vatikan’ın ya da diğer adıyla Roma Katolik Kilisesi’nin tarihi, bize, dini biçimli iktidar odaklarının politik arenaların merkezinde yer alarak, sınıfsal ilişkileri/çatışmaları nasıl biçimlendirebildiğini çarpıcı biçimde göstermektedir. Papanın vefatıyla yeniden göz önüne serilen din ile siyaset ilişkisini yeniden ele almak gerektiği aşikâr.
Bugünkü adıyla 1929 yılında egemen bir devlet olarak tanınan Vatikan, sadece Vatikan Saint Pierre Katedrali, Saint Pierre Meydanı, Vatikan Sarayı ve Vatikan Bahçeleri’nden oluşan 0.439 kilometrelik bir alandan ibaret olsa da dünyadaki bir milyar Katolik Hristiyan’ı temsil ediyor. (Briggitte Dumartier, Dinler Atlası, NTV Yayın, 2011)
Vatikan ve Roma Katolik Kilisesi’nin başı olan Papa, Katoliklerce yanılmaz sayılıp İncil’in en üst yorum merciini temsil etmektedir. Roma İmparatorluğu’nda uzun süre baskı gören Roma Katolik Kilisesi, devletle özdeşleşip devletin resmi inanç sistemi olduktan sonra hızla güçlendi. Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünüp zayıflamasıyla açığa çıkan otorite boşluğundan da faydalanıp henüz 6. yüzyılda Avrupa’nın en güçlü hanedanları ve aristokratları arasında yerini aldı. M.Parenti’nin belirttiğine göre Roma Katolik Kilisesi henüz 6. yüzyılın sonlarında “Herhangi bir eyalet valisinden çok daha büyük gelire sahip piskoposlarıyla Galya, Yunanistan, İtalya, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’nın diğer bölgelerindeki geniş arazilerinde çalışan yüzbinlerce köleye sahipti. Sadece İtalya’da 2560 km2 verimli toprağı vardı. Papalık, seçkin bir derebeyiydi; topraklarının arasında sadece birçok kasaba ve prenslik değil; Portekiz, Aragon, Polonya, Sicilya, Macaristan ve bir süreliğine de İngiltere bulunuyordu.” (Gizem Olarak Tarih, Aykırı Yayın, 2004)
Bu gücünü 19. yüzyılın başlarına kadar görece koruyan Papalık, 1789 Fransız Devrimiyle iyice sarsılmış ve 1870 yılında milliyetçi İtalyanların Vatikan’ı ele geçirmesiyle, 1929 yılında tanınana kadar bir nevi fetret devri geçirmiştir. Reform süreciyle zayıflama ivmesini değiştiremeyen Roma Katolik Kilisesi’nin, hızla gelişen kapitalizm, liberalizm, ulus devlet veya Marksizm’le başetme konusunda uzun süre bocaladığı söylenebilir.
1.Paylaşım Savaşı öncesinde (1929 yılında) kendisini resmen tanıyıp egemenliğini kabul eden Mussolini’ye “minnet borcunu ödemek için” faşist cepheyi destekleyen Vatikan, bu yanlış tercihini savaş sonunda düzeltip liberal kanadın yanında yer aldı. Kapitalizme uyum sürecini de görece bu evrede tamamlayan Vatikan, SSCB önderliğindeki sosyalizme karşı kurulan “kutsal ittifak”ta Batıcı devletlerin neferi olmuştur.
1. Paylaşım Savaşı sonrasında sosyalizme karşı oluşturulan dini cephelerde Yeşil Kuşak (Türkiye, Irak, İran, Pakistan) ile birlikte, Katoliklerin yoğun olarak yaşadığı Orta-Güney Amerika, Güney Avrupa gibi bölgelerin yanısıra Afrika, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya’daki Katolik Kiliseleri dolayımıyla politik dengelerde etkili olabilmiştir. Katolik kökenli olmadığı halde Roma Katolik Kilisesi’ni ekümenik (evrensel lider) olarak tanıyıp bağlılığını ilan eden ve Vatikan’ın himayesinden faydalanarak güçlenmek isteyen Katolik Süryani Kilisesi, Keldani Katolik Kilisesi, Katolik Kıpti Kilisesi, Katolik Ermeni Kilisesi, Katolik Rum/Melkit Kilisesi veya biatını ilan eden Lübnan Maruni Kilisesi sayesinde bölgesel dengelerdeki etkinliğini koruyor.
Gerek reel sosyalizm gerek sonrasında Ortadoğu’daki Katolik kiliseler dolayısıyla etkin olabilen Roma Katolik Kilisesi, ateizm/sosyalizm karşıtı eksende kurulan dini örgütlenmeler aracılığıyla diğer Hristiyan mezhepler ve Sünni-Şii tarikatlarla da işbirliğine girmiş; sınıf çatışmalarıyla anti-kolonyal dalgaya karşı aktif müdahalelerde bulunmuştur.
Reel sosyalizmde geri dönüşler sonrasında da batıcı blok safında yer alarak yerel, bölgesel ve küresel dengelerde etkin olmaya devam eden Roma Katolik Kilisesi, Rusya’nın nüfuzunu zayıflatmak adına Ortodoks Hristiyanlara ekümenik sayılan kiliselerinden birisi olan İstanbul Rum Ortodoks Kilisesi ile yeniden birleşebileceğini bile ilan ederek, çoğunluğu Ortodoks Hristiyan olan Rusya, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da etkin olan Moskova Ortodoks Kilisesi’nin nüfuzunu zayıflatmaya çalışmıştır.
Küresel bloklaşmalarda NATO kanadıyla ittifak kuran Roma, Katolik Kilisesi, Şanghay İşbirliği Örgütü temsilciliğini yapan Moskova Ortodoks Kilisesi’nin etkinliğini kırmak için AB devletleri ABD ile birlikte hareket etmektedir.
Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Moskova Ortodoks Kilisesi’nden kopartan Roma Katolik Kilisesi, Batıcı/NATO tarafta ortak hareket eden İstanbul Rum Ortodoks Kilisesi’yle orta hareket edebilmektedir.
Günümüzde hegemon/emperyal güçlerin küresel bloklaşmalarına uygun konumlanan dini iktidar odakları, politik mücadeleyi dini mücadeleyle iç içe geçirdiğinden dolayı, Roma Katolik Kilisesi ile Moskova Ortodoks Kilisesi arasında cereyan eden teolojik tartışmaların bile politik-sınıfsal bağlamı bulunabildiği rahatlıkla söylenebilir. Kiliselerin ekümenik sıfatı için kızışan nüfuz mücadelelerini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Sömürücü güçlerin meşruiyetini sağlayan kilise…
Dini iktidar odakları -pek çok liberal “post Marksist”in iddiasının aksine- güçlerini (iktidarlarını) ruhani bir kaynaktan değil; tamamen dünyevi güç ilişkilerinden/savaşlarından alır.
Gerek Roma Katolik Kilisesi gerek El Kaide, IŞİD, Taliban vb. dini iktidar odaklarının politik arenalardaki hareket tarzlarını kabaca incelediğimizde bile ruhani-dünyevi iktidar ayrımının pratik/politik açıdan anlamsız olduğunu görebiliriz. Dini iktidar odakları, politik arenalarda dinsel kimliği öne çıkartsalar da cinsel, etnik, sınıfsal kimlikleri de kendilerine eklemlemek zorundadır.
Dahası, gücü ve güç ilişkilerini en fazla/etkin şekilde temerküz edebilen sınıfsal kimlikle özdeşleşebildikleri sürece bu tür iktidar odaklarını sınıfsal açıdan incelemek görece kolaylaşır.
Roma Katolik Kilisesi’nin hangi sınıfın düşünce/ilişki tarzını benimsediğini, Papanın yaşadığı/yönettiği sarayından bile görebilmek mümkünken; IŞİD, Taliban vb. dini iktidar odaklarının emekçi sınıflardan ve kadınlardan haz etmemeleri açısından Papalıkla nasıl ortaklaştıkları da görülebilir. Bütün iktidar ilişkileri/odakları, doğa ve doğayla özdeş kılınan kadının egemenlik/güç nesnesine dönüştürülmesi ekseninde biçim aldığından dolayı, toplumsal cinsiyet ilişkileri (ve ataerki), güç ilişkilerine (iktidara) içkin hale gelir.
Yanı sıra dinsel ve etnik kimlikler, toplumun birliği, bütünlüğü ve bekasının temsilcisi olabilme vasfıyla bütün toplumsal yapıları/kurumları biçimlendirebildiklerinden dolayı daima politik arenaların merkezinde -sınıfsal kimlikle birlikte- yer alırlar. Özellikle iktidar odaklarıyla özdeşleşen dinsel ve etnik kimlikler, toplumun bütünselliğini temsil edemeyen cinsel, sınıfsal, mesleki kimliklerle iç içe geçerek güç ilişkilerine (iktidara) kolayca eklemlenebiliyorlar.
Bu çerçevede sınıf savaşımını da kapsayacak biçimde güç savaşlarını esas aldığımızda dini eksenli iktidar odaklarının sınıfsal kökenleri ve etkinlikleri daha geniş çerçevede görülebilir.
Roma Katolik Kilisesi’ne de bu çerçevede baktığımızda, güç savaşlarının ve tabakalaşmalara dayalı sömürünün/tahakkümün meşruiyetini sağlayıp tanrının temsilcisi sıfatıyla, bu aşkın gücün ne söylediğini/istediğini söyleme hakkını kendisinde bulduğu görülebilir. Haliyle ataerkinin, sömürüye dayalı toplumsal ilişkilerin vs. meşrulaştırılması ekseninde biçim alan bir dinsel kimliğin toplumu temsil edebilme yetisi, onun politik gücünü de büyütebiliyor.
Din, aynı zamanda sonsuzluk, gelecek, ölüm, hayat, insan vb.nin anlamlandırılması olduğundan dolayı ister Avrupa gibi Hristiyanların çok olduğu bölgelerde ister Hristiyanların ayrımcılığa uğradığı yerde olsun hayatın anlamı ve kaynağını oluşturduğuna inanılan toplum/insanüstü bir güce sığınma eğiliminin odağında yer alabildiği için Roma Katolik Kilisesi dinin bu işlevini, aşkın tanrının temsilcisi sıfatıyla kendi güç hırsına (ve sınıfsal çıkarlarına) uygun şekilde biçimlendirebiliyor.
Bu yetisiyle toplumların kendi içerisindeki ve öteki toplumlarla ilişki tarzını biçimlendirebilen Roma Katolik Kilisesi, bu vesileyle politik arenaların merkezinde etkili bir iktidar odağı olabilmekte ve politik dengelerin etkili bir aktörüne dönüşebilmektedir.
En güçlü iktidar odaklarının gücüne erişebilen dini iktidar odakları, ulus devlete kadarki binlerce yıllık dönemde saltanat ve ulema (askeri yönetici sınıf) kesimiyle olan ezeli rekabette daima kendilerini güçlendirmeyi bildiler. Ulus devletin küresel etkinliğe ve yaygınlığa uğramasıyla bir süre uyum sorunu yaşayan dini örgütler, yeni süreçte yeni mekanizmalar ve yöntemlerle güç/iktidar savaşlarındaki yerini korumaya devam etmiştir.
İşte Roma Katolik Kilisesi ve küresel bloklaşmalar ve dengelerle birlikte sürekli politik dengelere göre biçim alan dini/etnik ayrımcılıkları desteklemekten geri durmamıştır. Papa Francis’in Müslümanların/göçmenlerin ayağını yıkaması ya da Gazze’de katledilen Filistinliler için birkaç güzel söz sarfetmiş olması günahlarını temizleyemez. Papanın ölümü ardından şaşaalı bir cenaze töreni düzenlenmesini, din ile devletin şaşaalı ilişkisi olarak da görebilmeliyiz. Bir Papaya bu kadar ilgi gösterilmesinin normal olmadığı malum.
Papalar, Şeyhülislam ya da Budist tapınak keşişlerinin aksine -tıpkı Brahmanlar gibi- saltanatın ve ulemanın üstünde konumlanıp hem dünyevi hem ilahi olan adına konuşma hakkına sahiptir; bu inançla, tıpkı krallar gibi iki beden (dünyevi ve ruhani) sahibi olduklarına da inanılır. Papa’nın bedeni ölse bile ruhani bedeni kilisenin kurumsallığında (Papalıkta) yaşamaya devam edecektir. Haliyle nasıl ki “Kral öldü yaşasın kral” sloganı her kral öldüğünde haykırılıyorsa, benzer slogan papaların ölümünde de duyuluyor.
20.yüzyıl boyunca kurumsal gücü zayıflayan, iktidarcı dini sistemlere rağmen iki bin yıllık bir gücü ve kurumsallığı temsil eden Roma Katolik Kilisesi’nin gücünü günümüzde koruyabilmesini, Ortodoks ateistlerin “duygusuz”, mekanik bakış açısıyla anlaması mümkün değildir. Din “halkların afyonu” olduğu kadar “ruhsuz dünyanın ruhu, acı çekenin, ezilenin çığlığı” ve sonsuzluğu, hayatı vs. anlamlı kılan düşün tarzı olarak, bütün sosyal, ekonomik, politik, kurumları/ilişkileri yapılaştırabilir.
Dolayısıyla genel anlamda din ile toplum arasında bağlaşıklık ilişkisi kurup birbirini yapılaştırdığını görmek, dini kimlik ve kurumların güç ilişkileri ile sınıf çatışmalarına nasıl dolaysız etkide bulunabildiğini görmeyi kolaylaştırır.
Böylesi geniş bir görüş, Papalık gibi sömürücü ve kadim bir iktidar odağını daha geniş düzlemlerde teşhir eder.
Öte yandan; toplumun varoluş dinamiklerinin sınıfsallık kadar sosyal alan, aidiyetlik, sosyal bağlar, duygular, inanç vs.den oluştuğunu görmek mümkün olabilir. Toplumu bütünlüklü görebilmek, toplumu bütünlüklü değiştirebilmenin ön koşulları arasında yer alır.